Iki Agaç

 


Elini yüreğinin olduğu yere götürme isteği hissetti ansızın. Ruhunun bir yerinde kopan fırtınanın, kalbine yabancı olduğunu hissediyordu. Kalp, ruhuna tercüman olmak bir yana, neden bu kadar soğuk ve katı diye sordu gecenin ıssızlığına.

Uzayıp giden dağların doruğunda yanan ışıklara gözlerini dikmiş, ruhu gecenin karalığına karışmıştı.

 Geçmişin hüznü, geleceğin korkuları, her geçen gün yuvarlandığımız merhametsizlikler, ve etrafın durup ince şeylere bakmayan hoyrat hızına anlam veremiyor kendini kaldırımların bir parçası gibi görüyordu. İşte böyle bir gecede, hükmünü geçiremediği gecelerden bir gece yaşıyordu.  


Şehrin arkasına yaslanmış dağların doruğunda ışıldayan uzaktaki köy ışıklarına bakıyordu.

En kötüsü de aklın, ruhun sürüklediği yerlere muhacir ve kimsesiz yabancı duruşuydu. Her zamankinden çok ihtiyaç duyduğu aklın tüm duygularına kör oluşuyla her an sürüklenecek bir yaprak gibiydi bu gece. Aklı, kalbi ve ruhu üç ayrı yabancı gibi başlarına buyruk kendi köşelerinde duruyordu. Hücreye atılmadan önce beraber olan ama şimdi birbirine zıt bakan üç ayrı yabancıydılar.En çok da ihtiyacı olduğu şu an için...


Çok değil çok yakın bir zamanda güzel bir cümle ile günlerce yaşar altını çizer de çizer onu diline alıştırır, kulaklara alıştırır, ruhunu cümleye, cümleyi ruhuna revan eder, hakkını vermek isterdi cümlenin... Sonra her ne olduysa cümleler... o güzelim cümleler her yerde kol gezdi, kirli ellerde, namahrem yerlerde dolaştı. İsteyen keyfince kirli emeline peşkeş eylediği bir zaman kol gezer oldu. Cümlenin insana hoca olduğu değil, insanın cümleye hoca kesildiği; artık eline geçirdiği dünya nimetini, malikiyetine geçirmiş olmanın verdiği tokluğun güveniyle; "bunlar zekam, gücüm ve kabiliyetimin meyveleridir." karununu iman eyleyip ayaklarını yere öptürdüğümden beri cümleler...o güzelim firûzan, endamlı cümleler küstü bize. Garibim tertemiz söze ruhlarımızın sönmüş isiydi değen. Mehtabın, tarihin, doğanın sınırsız güzelliği bu isli ruhun aynasına çarptıktan sonra isini bırakıyor, kırılıp bambaşka hal alıyordu. 


Dağın yamacına yaslanmış geniş düzlükteki buğday tarlasının ortasında duran iki koca ağaca gözlerini dikmiş bakıyor, karanlıkta seçmeye çalışıyordu. Ve bir kuş garip bir şarkı çağırıyordu geceye. 

Evet, böyle gecelere yabancı değildi.

Ruha terbiyeyi mesken eden muallim işte bu geceydi. Sabrın acı meyvesinin tatlı olduğu hakikatinin karanlıkları delen meşalesiyle yol alan bu ruh sürtüşmesinde yenenin de  yenilenin de belli olduğu, kendisi olduğu bir zamandaydı. Adeta tüm hoş anların diyetini bu vakitlerde ödüyordu. Birçok defa çok mutlu olduğumuzda birşey ters gidiyormuş gibi geliyor ya, doğrudur, onun bedeliydi işte bu diye düşündü. 


Geçmiş, hayatın tüm çalı çırpısından arınmış tertemiz bir bahçe gibi kanatlarını açmış ona gel diyordu. 

Bir masal diyarıydı çocukluk. Umut ve sevda türkülerini dilinden düşürmeyen bir ozan misali olsa da hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının gerçekliği de her an yüreğine korlar düşürüyordu. Fesüphanallah dedi içinden. Gerçekliğin bıçak gibi yaralayan acımasız fırtına deryasında boğulmak derekesinde bir ruh.. Hele çocukluğu masal kavalı kokusunda bir cennet yaşadıktan sonra bu fırtınalar ve prangalar... Neşterden keskin, ateşten tandır, ölümden zor firaklarda çalkalanan kararsız bir dünyanın bahtsız yolcusu... 


Dağların sırtına yaslanmış geniş düzlükte iki koca ağaca gözlerini dikmiş bakıyordu sebepsiz... Ve bir kuş garip bir türkü inliyordu geceye. 


Var olmak dedi, var olmasına anlamlı bir şey icat etmedikçe veya inanmadıkça yaşamın ödül mü ceza mı olduğunu bilemez insan. Hatta bence dedi, cezaların, ezaların en büyüğü. Gelecek, belirsizliğin doğurduğu koyu karanlıkta bir ejderha. Ağzını açmış onu yutmak için bekliyor. Geçmiş ise pişmanlık ve kaybolmuşluğun sisleri içinde dehşetli hüznün darbeleriyle dinlemek bilmeyen gaddar bir cellat! Bulunduğu an ise geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen, kararsız, hükmünü şimdiki zamana bir türlü emanet edemeyen ve bunlar arasına sıkışmış ve arafta kalmıştır. Öylesine şaşkın öylesine sersemleşmiş ve öylesine derbeder ve pejmürde bir mahluka dönüşmüş bir insan var ki hayvan olmak bu halden milyon defa tercih edilir, dedi kendi kendine... Milyon defa dedi dudaklarından çıkmış belirsiz bir sesle, milyon defa! 

İki ağaç... Karanlıkta silüetleşen o iki ağaca her mevsim ruhunun aynasından dış alemde maddileşen, izdüşümü o iki dost ağaca nemli gözlerini dikmiş bakıyor ve seslerine tercüman oluyordu. 

Nasıl olur diyordu? Gerçekten nasıl olabiliyor da dünya bu kadar hızla değişebiliyordu. Sanki başka bir yüzyılda olması gerekiyormuş da yanlışlıkla buraya gelmiş gibiydi. Köprünün altından çok sular geçti de, o sular geçerken orada hiç değilmiş gibiydi... Suya yabancı, köprüye yabancı, kendine yabancı, herşeye yabancı...Bu şaşkınlık bu hissizlik ve bu apaçık vahşiliğe alışkanlık, sıradanlık, genel kabul görmüşlük... Kötülüğe, hissizliğe, merhametsizliğe, menfaat uğruna bunca edepsizliğe rağbet ve mutabakat... Deliliğe Övgü diye bir kitap ismi duymuştu. Bunu yazan acaba bunlara yabancı olmak ve ayak uydurmamaktan dolayı mı övmüş? Herkesin çok akıllı olduğu ve aklının meyvesi olarak göklere çıkardığı, çağımızın bu illetleri ve kibri ise böyle bir akıldan istifa etmek ve deli olmak bir övünç değil midir acaba? 

Bir pençesi mazlumun ensesinde diğer pençesiyle boğazı için boğazlar kesmekte beis görmeyen o yüce akıl ve yüce teknik? 

Belki de tarihin kaydettiği en omurgasız ve belleğin silindiği bir çağdayız. Bazen de hayır diyordu, bir dünya savaşı, bir Moğol istilası, haçlı seferleri gibi olaylar olurken normal bir insan, bir mahalleli veya köylü neler yaşadı, ne hissediyordu? Sahi şimdiden daha beter zamanlar olmuş mudur? Tarih bize çok beter zamanlardan bahseder. Yüzyıl süren savaşlardan, kıtlıklardan, kırımlardan, istilalardan, zulümlerden, işkencelerden... Ama bunca olumsuzluklara rağmen kişinin kendini bu kadar üstün gördüğü, eşsiz gördüğü başka çağ var mıdır? Zamanın harikası çağımıza eneler çağı diyor. Yani ego... Nefs, sahibinin yularını eline alıp vahşet derelerinde koşturuyor diye betimliyor. Herhalde son yüzyıldan önceki zamanlarda insan, acı, dışlanma, yokluk karşısında kendini bu denli şımartmayı becerememiştir. Kişinin kendini özel görmenin aygıtlarının ustaca tasarlandığı bir yüzyıl... Dönüp dönüp sadece ona bakan yönüyle iyiliğin hesabının yapıldığı, şahsi menfaatin genelin önüne konulduğu, çıkarın Tanrı bellendiği, Tanrı'yı bile işine uygun geldiği, isteklerine uyduğu müddetçe sevdiği ve saydığı bir inanma şekli olmuş mudur? Alçakgönüllülüğün, alttan almanın, fedakar olmanın zayıflık, acizlik bellendiği görülmüş müdür? 

İki ağaç...Dağın yamacına yaslanmış geniş düzlükteki buğday tarlasının ortasında duran iki koca ağaca gözlerini dikmiş bakıyor, karanlıkta seçmeye çalışıyordu. Etrafındaki ağaçlardan farklı ama etrafıyla bütün... Koca tarlada yıllardır beraber nice fırtına, kış, boranı göğüslemiş ama yine de habersizmiş gibi sade kalabilmenin ve ancak kendinde keşfedebildikleri erdem ile görünür ve konuşur hale gelebilecek bir sükûta ermişlik... 


Sonra dedi içinden, iki ağaçtan belli belirsiz kelimeler ruhuna akarcasına. İki ağacın intizamından, güzelliğinden, erdeminden, endamından bu denli güzellik varsa, hiç birşeyi değil sadece bu iki ağacı bile var etmişse biri... bu biri muhteşem olmalı. Bu birinin eseri olmayı kabul etmekten gelen esinti  tatlı bir okşayışla bir an için yüreğini yalayıp geçti. Bu neydi acaba bir anlık yanıp sönen? Bunun peşine düşmeliydi. Bu bir anlık his baki bir düşüncenin ucu olan bir ipucu muydu? Olabilir miydi böyle birşey? Son hissin verdiği düşünceyi hatırlamak için başa sarınca... Evet bu iki ağacın güzelliği kendinden değil başkasının güzelliği ise ya da aynasıysa? 


Acaba tüm varlıktan sürekli akan elem ve keder bunu varlıktan bilmenin yani kendi kendisine vermenin ürünü olabilir miydi? Geçmişi ve geleceği deşen sadece geçmişin benim geçmişim, bana ait geçmiş oluşunu sanmak olamaz mıydı? O ağaçlar bir sahibe ait ise aynı kanun ile yaratıldığına göre tüm ağaçlar da birinin değil mi? O halde tüm dünya da aynı şekilde. O zaman tüm evren de...O halde gelecek zaman veya geçmiş zaman da birine ait. Benimdir, bana aittir yani kendini, kendi zamanı bile olsa kendinin zannetmekten, kendi mülkü olarak görmekten gelen ızdıraba kendi eliyle kendini atmış olmuyor mu? Zamanın da  sahibi var o zaman ve bu zamanı kendininki bilmekten dolayı zaman içinde tüm yaşananları da kendine bağlıyordu aslında. Sahibi olmadığı birşeyi kendine bağlamanın ağır sorumluluğu altına koymuş oluyordu kendini. Bir hesap hatası yapıyordu insan. Bu hatanın en büyüğü başkasına ait olanı kendinin sanmasıydı.  Bu sanma yüzünden sahiplendiğini korumak, baki etmek imkansızlığına düşüyordu, çünkü böyle birşey mümkün değil zira hiçbir şey kararında kalmıyor akıp gidiyor. Kendisiyle beraber tüm varlık da akıyordu. Dünya, kainat, zaman, insanlar... İnsanın fıtratında olan bâki kalmak güdüsünü bâki olan birinden aramıyordu ki rahata ersin. Varsa yoksa kendisiydi. Tüm mevzuatı kendi ise kendisiyle ilgili her bir şeyin elemini de kendisine geçiriyordu doğal olarak. Halbuki sahip bir başkası, kendisi başkasınındı. Kendisine verilen cüzî iradeyi de abartarak büyütüp Rububiyete kadar çıkarabiliyordu kendini. Tanrıdan kendisini kavrayabilsin diye verilen o bir parçacığı da egosunun şişirmesiyle  kendisine hamledebiliyordu. Taşımaya gücünün yetmediği ve sırf bunu anlasın da yükünü O'na teslim etsin de hafiflesin hikmetiyle verilen acizliğin hikmetini bir türlü derkedemediği için gece karanlık oluyor, gündüz bir türlü aydınlanmıyordu. Karanlıklar içinde ışığını kâfi gören ve hiçbir ışığa itimat etmeyen ateşböceği misali yaklaşıyorduk herşeye. 


Egosunun şişirmesiyle cüzî gücünü devasa gördüğünden taşımaya mecbur olmadığı yükün altına kendini koyarak dağların bile kaldırmaktan çekindiği yükü yükleniyor, altında eziliyor ah û zar eyliyor, bitmek bilmeyen acıların yoldaşı oluyordu. 

Malikiyet davası! Evet evet, buydu tüm mesele! Varoluşunu bağladığı şey, tabiatında, hakikatinde olmadığı şeylerdi. Kendisi yolcuydu. Değil kendisi, içinde yüzdüğü dünya, dünyanın yüzdüğü evren... Herşey yolcuydu ve bütün bu hızlı akıntı içinde o tutmuş sonsuza kadar kalmak ve akıntıya kapılan her birşeyi yanında tutmaya ve tutunmaya çalışıyordu. Meşhur bir şark meseli geldi aklına... Çölde aslandan  kaçan birinin kuyuya düşmesi meselini... 


"... İşte bu adam, dereden tepeden aşıp gitgide tâ ıssız bir sahraya girdi. Birden müthiş bir sadâ işitti. Baktı ki dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına yaklaşmış. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki ısırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var. 

...Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi bilmezlikten gelip ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp kendi kendini aldatarak bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli idi...*"


Hakikatte bu hayat yolculuğundaki vaziyetimiz tam da budur. Bizi kovalayan bir ecel aslanı, altmış senelik hayatı sürekli kemiren gece ve gündüz, önümüzde ise ağzını açmış bekleyen mezar... Ve bu dehşet karşısında ortada böyle bir durum yokmuş gibi gayet rahat bir şekilde tutup dünyevî zevkleri kemiren bizlerin durumu kuyudaki adamın durumundan pek de farklı değil... 


Uzayıp giden dağların doruğunda yanan ışıklara gözlerini dikmiş ruhu gecenin aydınlığıyla hemhâl olmuştu şimdi. 


Her birşeyi lâyık olduğu yere yani hikmet nazarına koymanın verdiği aydınlık idi şimdiki. 

Kendinde ve de tüm varlıkta gördüğü, hayatın gerçekleri karşısındaki binlerce acziyet, aslında tam da olması gerekendi. Çünkü ancak bu şekilde bir tam olana, eksiksiz olana sığınabilir; yüklerini, kendindeki zaafı derkettiği nispette kaldırabilecek olana emanet edebilirdi. Bu nazarla kuyudaki ejderha, ağzını açmış bir mezar değil, başka bir alemin giriş kapısı olur.  Kovalayan aslan, Kerim, Halim, Rahim olan birinden verilen terhis tezkeresininin vazifedarıdır. 


Dağların sırtına yaslanmış geniş düzlükte iki koca ağaca gözlerini dikmiş bakıyor, ruhuna bu denli berrak şuleler akıttıkları için teşekkür ediyordu. 

İki ağaç... Ancak beraberken güzelleşen, ruh dünyalarının dünyada cisimleşmiş en güzel hâli... 

Herhangi birinin, güzelliği kendine hamletse eksik ve yarım kaldığının; beraber olmakla tam olunabileceğinin buğday tarlasındaki mührü...


(serkanî) 


(*) Sekizinci Söz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kör Dövüsü

Beklenti Ihlali

Mutluluk