Bırakma Ellerimi Allah'ım


Beşikten başlayıp
mezara kadar Allah'ım
yol boyunca
bırakma ellerimi
düşerim sonra
Allah'ım
niçin halkettinse beni
kalbime iyice söyle
bırakma ellerimi"  (C. Zarifoğlu)


   Tek bir hareket.Evet evet, tek bir hareket yeterdi.Madem bu elindekilerle o ruh canlanıyor ve onu bitiriyordu; o zaman şu hırçın dalgalı denizin derinliklerine…Katmak…Ve bir daha hatırlamamak…

***    ***   ***   ***

   Ne zaman elindeki yazılara baksa çektiği bütün ıstıraplar bütün yakıcılığıyla her yerini sarıyor, yaprağın damarlarındaki güzelliğe hayran oluşla mest olan duyguları kumlara gömen, diplere çeken; sonsuzluk vatanının perdeleri açıcı düşüncelerin ruhu semalara uçurucu etkisini yok eden acı mı acı sızlanmalar…

   Evet, hayatın şarkısını bilmiyor değildi. Hayatın ona bağışlandığının, ödünç verildiğinin farkındaydı. Ve hiçbir şey hayatın sahibi ve onu dolduran dakikaları kadar önemli olmadığını da çok iyi biliyordu.Ve hayatı bu denli önemlileştirenin ötelere gebe oluşuydu…Biliyordu…

   İdealleri vardı. İnançları doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini biliyordu. “Güzel değil batmakla kaybolan bir sevgili” diye öğütleyen üstadının emanetinin farkındaydı… Ama bu duygu ruhunu ahtapot gibi sardığı günden beri hayatını farklı şekle sokmuştu. Eğer hayatı algılayışı böyle olmasaydı,  hayatın şiiri gibi bir tasası olmasaydı, sorularının ve sonsuzluk düşüncelerinin peşine düşmeyip öylesine yaşayıp gitseydi, başkalarının soluksuz cevaplarıyla yetinseydi bu ruh sürtüşmelerini  yaşamayacaktı belki de…İşte onu üzen ve düşündürende bu bilinci taşıdığı halde ‘bugün var yarın yok’a harcanırcasına bağlanmasıydı. Çaresizce hayatının gözlerinin önünde kaymasını eli kolu bağlı seyretmesiydi.

   “Duygular kime verilmeliydi, şükran kime bestelenmeliydi, gecenin saflığında berraklaşan hislerin yelini kime estirmeliydim de ben kime damıttım böyle? Neden bunlara içim yandığı halde hâlâ öyleyim” dedi kendi kendine… “Uğruna çektiği bütün bu sıkıntıların çektiricisi…Sen neredesin..? Neden duymadın bunları..?Keşke hayatın kalemine dokunan rüyanı görmeseydim ya da hiç uyanmasaydım, görmeseydim yüzünü” diye inledi gecenin sessizliğine…

***   ***   ***   ***

   İçimdekilerden kurtulurum diye geldiği bu şehirde bir gece yarısı ışıkları kapattı. Aydınlık görmek istemiyordu. Baktığı ve yaşadığı hiçbir şeyden lezzet alamıyordu. Belki de ilerde hatırlayabileceği tek şey su içtiği, lavaboya gittiği…Hiç kimsenin içindekilerden haberdar olmasını istemiyordu.Kendi karanlığına, ve kendi içinde kendisini yiyen ruhu kendi halinde kalsın istiyordu.Şu an sanki her şey hayal, sanki yaşanmamıştı tüm bu olanlar…Biri ona dokunsa hüngür hüngür ağlayacaktı…Büyüklerinden ‘erkekler ağlamaz’ öğüdünü dişleriyle parçalarcasına…Evet sadece unutup hissetmemek istiyordu. 

   “Ah çürük ipe sıraladığı hayaller…Temelini rüyaların, umutların, türkülerin bestesiyle ilmek ilmek dokuduğu yüreğim… Güz yaprakları gibi dökülüyor günlerin… gözyaşıyla yarışırcasına…İnsanların düşünmeden “bir insan için mi” dediği zavallı, rezil cümlelere şunu dedi içinden: hepimiz bir tek insanın hatırına yaratılmadık mı ki insan kelimesi küçük kalıyor heybenizde.Ve ben bir insan için değil; pişmanlığımın ağlattığı biriyim…Ey en onulmaz yaraları bile silen Rabbim! bunu bilen ruhuma bir damla derman.”diye inledi…

   Şu an sanki içinde bir yılan gidip geliyor; bağırsaklarını, midesini, kanını emiyor; kollarını iki kişi iki yandan tüm gücüyle çekiyor.Silik silik anılar ve hayaller zihninden gelip gelip geçiyor. Kendini ezik, köşe başlarında hisseden bir ruhun ilacı ne olabilir? Bir insan düşünün ki ona acı veren, onu hasta yapan zehri içmekten zevk alsın ama bilerek bırakmasın..!

   Mantığın karıştığı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu artık kestiremeyecek kadar çökmüş bir zihin ve yolunu şaşırmış bir bedevinin çaresizliğiyle kendini dışarı attı .Gece yarısını çoktan geçmiş vakitsiz bir  vakit… Pusulasız, derbeder… İçinin derinlerinde : “bir gün geçecek bunlar… baharların olacak…. göle yansıyan ay ışığın, peygamber çiçeğin olacak… muhacir yarası sürgün gönlünün hicranlı yarasını bağrına basacak ensar’ların olacak…sabret…” diyen sese umudu azalarak…

   Dışarıda hafif bir yağmur…Nereye gideceğini bilemeden, aklını adımlarına teslim eden bir yorgunlukla tramvaya bindi. İşte Sarayburnu…Elleri cebinde kendini bir sokak serserisi gibi hissediyordu. Sahil boyunca ilerledi. Elinde iki kaset… Üzerinde “Bir ruhun müzikle anlatışı” yazan…Ve yazılar…

***   ***   ***   ***

   Dalgalar kayalara vuruyor, ince bir yaz yağmuru yağıyordu. Elbiselerinin ıslanmasına ve içindeki soğuğa aldırışsız ilerledi sahil boyunca…Islak banka oturup şöyle bir etrafa baktı.Bir süre öylece robot gibi kalakaldı, hiçbir şey hissetmeden…Etrafta birkaç insan dışında kimse yoktu. Uzun bir süre elindekilere sonra da denize baktı: “evet, evet...katmak ve hatırlamamak…mahşere kadar…Onunla ilgili hiçbir şey kalmamalıydı.Her şeyi silip süpürmeliydi, her şeyi...Bedeninin iki parçaya ayrıldığını hissediyor, iki taraf da birbiriyle amansız çarpışıyor ayrı saflarda ayrı kuvvetlerde…

   Evet evet…Katmak ve unutmak…

   En sonunda elindekileri birer birer attı denize… Bir rüyanın hikayesinin sayfalarının deniz üzerinde savrulup dibe batışını seyretti.Seyretti, seyretti….Düşündü..düşündü.. uzun uzun…Sonra beyninde şimşek gibi çakan bir düşünce ile irkildi..! Evet ya, nasıl da düşünmeden unuttum seni Allah’ım..! Nasıl da yokmuşsun gibi davranmışım..! Nasıl da ellerimi, zihnimi, fikrimi ortak koşmuşum sana Allah’ım..!Allah’ım affet beni..! Ne olursu affet..! bu sefercik de affet…Ne olur..! Yıllar önce içinde akıp çağlayan Zarifoğlu’nun dizelerine tekrar kavuşmanın heyecan ve huzuruyla seslice söyledi kendine: 

"Beşikten başlayıp
mezara kadar
Allah'ım
yol boyunca
bırakma ellerimi
düşerim sonra
Allah'ım
niçin halkettinse beni
kalbime iyice söyle
bırakma ellerimi" 

 

Bırakma ellerimi… bırakma ellerimi…bırakma ne olur…kalbime iyice söyle…bırakma Allah’ım…

   Gök boşluğunda dalgalanan ezan sesi….Sabah ezanı…Yüreğin sabahı…çocukluğunun sabahı…Dedesinin kaside sesi… Dengbéjler…Bahçedeki zerdali ağacı… Hayatının şiiri…Geleceğim…Umutlarım…ve Hayallerim…Bu ezanın, geçmiş ve geleceğini ahenkle bağladığını hissederken, bu sesin uzatılan en güçlü el olduğuna müthiş kanaat getirdi… Tereddüt etmeden camiye  akan ayaklarındaki enerjinin gidip gelişine hayret etti ….kıldığı  sabah namazının etkisiyle ruhunda biriken tarifsiz boşluğun dolduğunu hissediyor, sicim sicim akan gözyaşların soğumuş bedenine tatlı bir sıcaklık verdiğini, ta derinlerden bir sesin tatlı tatlı ruhunu okşadığını fark ediyordu…

   Cana can gelen yüreğiyle sahile geldiğinde elinde kalan kasetleri de suya attı.Bir farkla…Bu sefer hiç kıymadan…İsmaillerinden geçince nice İbrahimlerin doğuşuna doğan hakikati tarifsiz bir sevinçle  yudumladı.

   Artık öz-ü gürdü…Öz-ü gül’lere konduruldu…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kör Dövüsü

Beklenti Ihlali

Mutluluk