Suda Bogulan Nehirler

Bir güzellik düşünün, duvarda asılı kalmış bir gelinlik gibi yerinde olmamanın tüm emanet duruşu üzerindedir. Bir gelinlik düşünün gelinini bulamadıktan sonra nasıl bir güzellik olacağını?
Bir gelin düşünün yüzünde güzelliğin her çehresi var ama yüzü çehre eden, sima eden anlamdan ve manadan yoksun. Asılı bir gelinlik, bir gelin ve bir yüz. Asılı... Yani yerini bulamamış ya da olması gereken yerde olmayışın boşluğu, kabalığı, darlığı... Dün akan, bugün ise durağan bir suda boğulan Botan gelinidir. Kezer gelinliğidir ve Başur simasıdır. Asılı kalmış, hayatından koparılmış, hareketsiz ve tecridî bir hâl. Ortada su var mı, var, ama akmıyor, sessiz, gürültüsüz. Yüzünde anlamını kaybetmiş donuk bir güzellik gibi duruyor. Gözlerinde ferini kaybetmiş gibi bakıyor, sesinde heyecanını yitirmiş kupkuru bir akış içinde.

Nehirler ile insan arasındaki güçlü bağ en çok da yerleşim yerlerinde kendini gösterir. Nerde bir nehir var, kıyısında insan yeşermiştir. Bu, su ile insanın hayatî bağındandır. Sudan yaratılan insanın doğasındaki bu güçlü bağ, suyun hâlleri ile insan hâlleri arasında, kaderi arasında kimlik oluşturur. Suya varış ve suyu kullanış şeklimiz, yaşam tarzımızın, düşünme şeklimizin, ufkumuzun, edebimizin, medeniyetimizin, kendimize saygımızın ne seviye ve durumda olduğunun da en açık belgesi, sikkesi, tuğrasıdır. Hangi bin yıllar boyunca tabiat emanetini bu denli hoyratça kullanmış bir çağ görürsünüz? Bu kadar hodgam, bencilce, saygısızca, hırsla ve hızla kullanılmış başka bir zaman dilimi olmuş mudur? Kendi rahatımız ve konforumuz için dinin, medeniyetin, geleneğin, kültürün, doğanın bu derece heba edildiği, ayaklar altına alındığı, kendi haklılığına peşkeş edildiği kaç yüzyıl gelip geçmiş acaba, yaşanmış mıdır bu denli? Son iki yüzyılda dünyamızın başına getirdiğimiz olsa olsa, medeni bir sohbet veya ibadet yerine gelen bir insanın boş boş gürültüler çıkarıp raks edenin görgüsüzlüğüdür. Hakiki manada ne geçmiş tanıyor, ne miras, ne saygı ne de sevgi... Binlerce yıldır suyun etrafındaki bunca medeniyetin, mezarın izlerini daha çok kazanmak, zengin olmak için suda boğmak değil midir barajlar?
Bu, orada yaşayanların, köylerine, mezarlarına, ovalarına, her bir taşına kadar, kendinden, geçmişinden, ecdadından yüklediği manayı ve yaşamı, rüşvet karşılığında rehin almak değil midir?

Bin yıllardır yaşamın bin bir renk ve desenini baraj suyunda boğduk. Binlerce yıldır aka aka, döğe döğe, çağlaya çağlaya oluşmuş dere ve nehir yatakları gözlerimiz önünde dolgu malzemesiyle kapatılmış. Suyun binler yıldır yatağındaki kıvrımları, bazen azalan bazen aniden artan sesleri, yükselişi, alçalışı, türküsü, deseni, cilvesi, halayı, nazı, haylazlığı, uysallığı, sonsuz sayıdaki çakılları, taşları, kayaları... Hatıraları, hayatları, anıları, mezarları, bağları, bahçeleri, ağaçları, koyakları... Herşeyi... Herşey şimdi suda boğuk bir halde... Baktığımız artık su değil, mezardır. Suyun boğduğu nehirdir. Bir dolgudur. Altında kıymeti bilinmemiş hazin bir hazinenin olduğu görüntüdür.
İlginç değil mi? Suyu boğan yine sudur. İnsan gibi, en çok da insan insanda boğulur. İnsanı en çok yoran ve sızlatan yine insan olduğu gibi.

Doğallığıyla alakası kesilmiş her bir varlık, ağaçla ilişiği kesilen meyve gibidir. Ya da annesinden koparılan bir bebek. Eski hali dışında hiçbir şeyde sükûnet bulamaz bir yetimdir artık. Baraj suları ile köyünden, dedesinin mezarından kopan birinin eline tutuşturulan dünyalık, ruh sızısını üç beş sene sustursa da mezarlar konuşur rüyalarda, vicdanlarda. Mezarlar konuşur mu demeyin, en çok da sessiz şeyler sağır eder. Şeytan bile ölüden kaçar diye bir söz vardır. Bu kadar mezarın yerlerinin değiştirilmesi ahmak cesareti. Diriyi kolundan tutar atarsın ses çıkarır, anlam verebilirsin, olmaz parayla razı edersin, ama ölüyü nasıl razı edeceksin? Razı mı değil mi bilmeden. Ona hangi istatistikle, hangi matematikle laf anlatacaksın? Biz dirilerin zihinlerini muğlak hale getirmek için matematik, dünyalık ve siyaset işler. Nasılsa doğuda gerçeklerin üzeri sayılar ve kelimelerle örtülüdür.  Ama ortada yıllardır yerinde yatan, yattığı yerde sessiz duran bir mezarı yerinden kıpırdattığınız an diriden daha beter ses çıkarır, hareket eder, duramaz. İnsana laf anlatırsın, ikna edersin ama mezarlar öyle mi? Maaşla mı, mevkiyle mi neyle razı olur? Burada geçen akçe onda geçmiyor işte. Döner dolaşır, huzursuzluk, kaos, sebep veremediğin bir his olup çıkar insanda, toplumda, her kimin parmağı varsa... Kabağın da sahibi var. En çok da sahipsiz bildiklerimizin sahibi vardır. En çok korkulası, çekinesi şeyler de sahipsiz bildiklerimiz olmalı. Bir mazlum, bir yetim, bir fakir. Bunlar ile Allah arasında perde-sebep yok.

Halbuki insan, şimdiki hazır medeniyet doğayı, mezarı, yetimi, fakiri öyle sahipsiz sanıp istediğinde ensesinden tutup çekiştirecek bir mal olarak bakıyor ki? Dünyayı kendi malı sanan sömürge kafasının iki dünya savaşıyla ancak terbiye olabildiğinden ders çıkarmak gerek.

Ey efendiler, ey devletlûlar... Bu nehirler, ormanlar, vadiler, dağlar, tepeler tapulu malımız değil, bize emanet. İhtiyacımızı görmek için emanet verildiği gibi, onu tüketmeden, bozmadan, hıyanet etmeden, dedelerimizin verdiği gibi biz de torunlarımıza verelim. Eline geçen mirası bir kaç günde har vurup harman savuran görgüsüz bir evlat gibi etmeyelim. İhale adına, enerji adına, siyasetler adına, güç putu adına, etraftan daha iyi olalım sarhoşluğu adına kendimize kıymayalım, emanete sahip çıkalım. Kendimizi misafir bilelim. Misafir olan evden birşey almaz, evdeki birşeyi bozmaz. Kendinden sonra gelen misafirler için temiz bırakır ta ki gelenler gidenlere rahmet okusun, dua etsin, hayırla yad etsin. Yoksa geçmiş elini ensemize koyup davacı olduğu gibi gelecek de bizden davacı olacaktır.

(serkanî)

Fotoğraflar: Mehmet Şen @naturalist1i

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kör Dövüsü

Beklenti Ihlali

Mutluluk